Mülksüzlerin Bilim Hareketi: Anti-türcü Bilim
Asırlar boyunca yazının ve bilginin sahibi olan iktidarı da ele geçirmiştir. Bu, Sümerlerden bu yana böyledir. Bilgiyi üretmek ve bunun da ötesinde bilgiyi arşivleyebilmek, nesilden nesile aktarabilmek.
Tarih boyunca doğanın-yaşamın bilgisi uygarlıklar kurmuş, uygarlıklar yıkmış, sistemler oluşturmuş ve en nihayetinde kesintisiz bir direniş yaratmıştır. Çünkü tez diyalektiği gereği anti tezini de oluşturur, kendini var edebilmek için buna ihtiyacı vardır. Anti tezi ilk fark edenler, çoğu zaman akademi -belli bir yerden sonra modern üniversite- ile bağ kuran insanlar olmuştur. Bu durum tesadüfi değildir. Akademinin kendini var etmesi sorgulama, anti tezi inceleme ve ardından senteze ulaşma sürecinin kurumsallaşması ile olmuştur. Doğanın- yaşamın bilgisi akademilerde üretilmiş, bu üretim uygarlıklar tarihini şekillendirmiş ve hala da şekillendirmeye devam etmektedir.
Egemenler, üniversitenin bu misyonunu farkettiği andan itibaren üniversiteyi kendileri için bir ideoloji üretim mekanı haline getirmeye çalışmışlardır. Bilgi üretim süreçlerine müdahaleler ile toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ırkçılık, LGBTİ+ fobi ve en temelinde türcülük gibi ayrımcılık biçimleri yeni bir uygarlığın yaratıcısı olma potansiyelini taşıyan üniversitelilere dayatılmıştır.
Neoliberal politikalarla üniversiteler birer şirket öğrenciler ise birer müşteri haline getirilmiştir. Geldiğimiz noktada ise üniversiteliler proleterleşmiş, sermayenin egemenliği altında bilgi üretme konumuna sıkıştırılmış, buna itiraz eden akademisyenler ve üniversiteliler uzaklaştırılarak bilgi üretim süreçlerinin dışında bırakılmaya çalışılmıştır.
Bilgi üretim sürecine sermayenin karar vermesi ne demek ve bunun hayvan özgürlüğü ile ne ilgisi var?
Sermaye iktidarları ayakta tutabilen, sistemin devamlılığın garantörü olan, devleti şekillendirebilen ve üretim süreçlerine doğrudan müdahalesi olan yapıdır. Sermaye kendisini kadın düşmanı, LGBTİ+ fobik, faşist ve doğalında kapitalist bir şekilde var ederken tarihin çok eski bir döneminden beri türcü bir şekilde de var ediyor. Hayvan kullanımı ve doğa talanının sermayeye sağladığı kar oranı şimdiye dek neoliberal kapitalist sistemin kendisini büyüterek var edebilmesini sağladı. Ama bu kârlı büyüme beraberinde patojenleri ve salgın hastalıkları da getirdi. Salgınlar tarihi boyunca, insan dışı hayvanlara yönelik sömürü doğa ile kurulan çarpık bağın sonuçları olarak pandemiler- salgın hastalıklar, iklim krizinin beraberinde gelen pek çok felaket ortaya çıkmıştır. Geçmişten bu yana salgın hastalıkların ve felaketlerin yaşandığı dönemlerin insanlığın yüzünü bilimsel bilgiye döndüğü zamanlar olduğu görülmektedir. Çünkü aslında bilim yaşanan felaketleri önleme ve toplumsal sağaltma özelliğini insanlara öğretmekle yükümlüdür. Ancak sermayenin bilimi milyarlarca hayvanın üzerinde yüzde 98’i başarısız olan deneyler yaparak ilaçlar üretmenin ötesinde bir sağaltma süreci önerememektedir.[1]
Çünkü sistem için hastalıkların olmaması değil yatışması önemlidir. Obezite, kalp rahatsızlıkları, tansiyon, şeker gibi yaygınlaşan hastalıkların gıda güvenliği ve doğru beslenme rejimi ile çözüme ulaşma yolları varken insanlar bir ömür boyu ilaç kullanmaya mecbur bırakılmaktadır. Burada herkesin eşit şekilde sağlıklı gıdaya ulaşamaması ve yeterli beslenememesi en büyük belirleyenlerden biridir. Agro ekolojik yöntemlerle toplumsal sağlığı önceleyen ve insan harici hayvanları da bu toplumun bir parçası olarak gören bir bilimsel bilginin üretilmesi türcülükle kendini var eden bu sistemde oldukça zor. Ancak bu zorluğu aşarak yeni bir dünya kurmak yine bizlerin elinde.
Türcülüğün yarattığı kriz sadece beslenme rejiminde, deneylerde değil, kentlerde yanı başımızda cereyan ediyor. Bugün özellikle metropollerin -canavarlaşmış kentlerin- içinde insanların da insan harici hayvanların da barınmasının imkânsızlaştığını görüyoruz. Salgın hastalıkların hızla yayıldığı, trafiğe/kalabalığa bağlı kazaların olduğu, kuraklığa veya sellere bağlı olarak evden çıkmanın imkansızlaştığı, sokakta kalanların ise ölüme terkedildiği kentlerden söz ediyoruz. Görüyoruz ki şu an kentler içinde barınan tüm varlıkların sağlığını odağa almak yerine sermaye çıkarlarını odağa almaktadır. Bir kentin yeniden, özellikle de anti-türcü şekilde düzenlenmesi; sermayenin sistemin tüm geri eğilimlerini terkedip hareket etmesi anlamına gelmektedir. Tahmin edeceğiniz üzere sermaye böyle bir adım atmayacaktır, aksine felaketlerden, barınma krizlerinden çıkış için sistem içi yöntemler önermeyi sürdürecektir. Sermayenin Türkiye’deki sürdürücüsü Erdoğan rejiminin yangınların ardından TOKİ’ler yapıp satmaya çalışması, salgınlar sonrası “sağlık turizmi” konusuna yatırım yapması, sokağa çıkma yasağı getirip işçilerin bir kısmını evden daha esnek çalıştırmaya devam etmesi sistem içi çözümlere örnek verilebilir. İlaç ve hijyen ürünlerinin satışlarının patlama yaşadığı bu dönemde aşıların günde kaç bin kişiye vurulduğu konuşulurken hiçbir profesör kentlerin yeniden inşasına ve anti-türcülüğe değinmemiştir. Virüsün ortaya çıkış nedeninin yaban hayatında özgürce yaşaması gereken insan harici hayvanların sömürülmesi olduğu açıktır. Zoonotik hastalıkların hem insan harici hayvanların kendi arasında salgınlara neden olarak yüzlerce, binlerce hayvanı öldürdüğü hem de kimilerinin insanları da etkileyen sonuçları olduğu biliniyor. Ancak insan harici hayvanların kullanımını reddeden, alternatif, agro ekolojik tarım yöntemleri öneren veya kentleri içinde yaşayan her canlıya uygun şekilde düzenlemeye çalışan bir bilimsel anlayış yaratmak anti-türcü hareketin görevi olmalıdır.
***
Bugünün özerk demokratik feminist üniversite tartışmasında, “neyden özerk” dediğimiz zaman türcülük de aklımıza gelen tahakküm biçimlerinden birisi oluyor. Çünkü sermaye için üretilen bilginin hayvan kullanımını meşrulaştırdığını ve hatta artırarak devam ettirdiğinin farkındayız. Bugün yaşayan tüm canlıları çırılçıplak bırakan bir sistemle karşı karşıyayız. Bilimsel bilginin kolektifleşmemesi, patentlerle ilaçların/aşının toplum yararına ve hızla üretiminin engellenmesi, insan harici hayvanları iyileştirmek, hasta olmalarını önlemek adına değil de “verimini” arttırmak üzerine şekillenen veterinerlik hizmetleri gibi pek çok örnek sermayenin parası olmayanın yaşayamayacağı bir dünyayı işaret ettiğini bize gösteriyor.
Kirasını ödeyemeyen işçiler, okumak için gittiği şehirde yurt bulamayan üniversiteliler, kafeslere kapatılarak eğlence, beslenme, giyim, deney gibi alanlarda sömürüye uğrayan, öldürülen; kentlerde soğuktan, açlıktan, kazalardan ölen/sakatlanan insan harici hayvanlar…
Anti-türcü bilimsel hareketi kurma zamanı
Neoliberal kapitalist sistem dünya üzerindeki tüm canlıları mülksüzleştiriyor, hem de tahmin ettiğimizden çok daha uzunca bir süredir. Bugün yaşadığımız kriz egemenlerin daha da zenginleşmesi tüm ezilenlerin ise- insan harici hayvanlar dahil- daha da yoksullaşmasının krizidir. Yaşadığımız kentlerde nasıl ki tabelalara, duvarlara güvercinler konmasın diye iğne koyuluyorsa banklarda insanlar uyumasın diye ara demirler koyuluyor. Devlet yoksul insanları şehrin en uzak noktasındaki TOKİ’lere gönderirken, kedi-köpekleri ise şehrin dışındaki ormanlara, boş arazilere bırakıyor. Çünkü zararlı olan, kirli gözüken, saldırgan olan ve “işe yaramaz” olan canlıları sermaye sahipleri çöp olarak görüyor. İnsanların ve insan harici hayvanların beraber yaşayabilecekleri bir dünyayı kurmamız mümkün. Bunun için ise bu dünyayı kurmamızı sağlayacak anti-türcü bir bilim anlayışına ihtiyacımız var. Fakültelerde, kampüslerde bir araya gelerek anti-türcü bilimsel hareketi kurmanın zamanıdır.
[1] https://www.deneyehayir.org/