Çağdaş kapitalizmde insan olmayan hayvanlar: İnsan olmayan hayvan kurtuluşunun Marksist bir açıklaması

Özet

Küresel, yayılmacı kapitalizmin zararlarını eleştiren dünyanın dört bir yanından birçok aydın, çeşitli toplumsal hareket ve her türden birey, küçük değişikliklerden köklü değişikliklere, mevcut sosyal politik ve ekonomik düzene kadar her şey hakkında konuştu ve çağrıda bulundu. Ayrıca bu grupların ve bireylerin birçoğu, konumlarını ve değişim çağrılarını ilerletmek için Marx’ın kapitalizm eleştirisinin araçlarını kullandı. Birkaç istisna dışında, mevcut sosyal, politik ve ekonomik düzen eleştirmenlerinin çoğu, kapitalist kaynaklı adaletsizliklere direnmenin, bozmanın ve değiştirmenin yollarını keşfetmemiz için bir temel sağlama umuduyla, bunlara yönelik eleştirel incelemelerini ilerletirken, bu keşif genellikle insan topluluklarıyla kalıyor. Ancak bu makalede, Marx’ın eserlerindeki bazı anahtar kavramları kullanarak, kapitalizmin küresel genişlemesinin, güç ve tahakküm yapılarındaki zorunlu artışıyla birlikte, insan olmayan hayvanlara yönelik benzer adaletsizliklerin yoğunlaşmasından nasıl sorumlu olduğunu, Marx’ın kendi teorik taahhütlerine göre buna da direnilmesi ve gerçekten de ortadan kaldırılması gerektiğini savunarak inceliyorum. Marx’ın en temel taahhütlerinden bazılarının doğru bir şekilde anlaşılmasının, yalnızca insan için değil, insan dışı hayvan özgürlüğü için de savaşmamızı gerektirdiğinin yanı sıra, gerçek hayvan özgürlüğünün kapitalizmin radikal bir şekilde bozulmasını gerektirdiğini ve daha yaygın, daha az radikal hayvan özgürlükçü hareketlerin bu amacı gerçekleştirmek için yetersiz olduğunu da savunuyorum.

Giriş

Kuşkusuz, dünyanın dört bir yanından küresel yayılmacı kapitalizmin zararlarını eleştiren birçok aydın, çeşitli toplumsal hareketler ve her türden birey, küçük değişikliklerden köklü değişikliklere ve mevcut sosyal politik ve ekonomik düzene kadar her şey hakkında konuştu ve çağrıda bulundu. Ayrıca, bu grupların ve bireylerin birçoğu, konumlarını ve değişim çağrılarını geliştirmek için Marx’ın kapitalizm eleştirisinin araçlarını kullandı. Zira, kapitalizmin, birçok insanın aynı anda olumlu olarak değerlendirdiği maddi, pratik, teknolojik ve başka birçok gelişmenin ortaya çıkmasında büyük bir rol oynamasına rağmen, bu gelişmelerin önemli bir maliyeti olduğu da tartışılmaz. Bu maliyetin, ironik bir biçimde, Marx’ın kapitalizme ilişkin eleştirel analiziyle tamamen tutarlı olmakla birlikte, dünya nüfusunun azınlığını değil kapitalizmin mantığı nedeniyle marjinalleştirilmiş, sömürülmüş ve kendilerini gerçekten anlamlı bir şekilde gerçekleştiremez hale getirilmiş çoğunluğunu oluşturan dünyanın yoksul nüfusları pahasına olduğu da tartışılmazdır. Gerçekten de çağdaş kapitalizmin (birkaç zararını saymak gerekirse) benzeri görülmemiş düzeylerde eşitsizlik, mülksüzleştirme ve ıstıraba yol açtığını ve bunun da sınır dışı etme ve yerinden etmenin kamu ve özel üretim süreçleri de dahil olmak üzere çeşitli şekillerde özerkliğimizi ciddi biçimde tehdit ettiğini inkâr edemeyiz. Mevcut sosyal, politik ve ekonomik düzenin çoğu eleştirmeni, birkaç istisna dışında bu uygulamalara direnmenin, bozmanın ve değiştirmenin yollarını keşfetmemiz için bir temel sağlama umuduyla bu kapitalizm kaynaklı adaletsizliklere yönelik eleştirel incelemelerini geliştirirken, bu keşif genellikle insan topluluklarıyla sınırlı kalıyor. (Ya da en azından sadece insan topluluklarına odaklanılıyor.)

Bu eleştirinin önemine ve gerekliliğine rağmen, bu makale eleştirel odağı, kapitalizmin küresel genişlemesi ve onu karakterize eden güç, tahakküm, kontrol ve verimlilik yapılarındaki artışın insan olmayan hayvanları nasıl etkilediğini inceleyerek, onun insan topluluklarını nasıl kavradığı, ele aldığı ve etkilediğinden uzaklaştırıyor. Karl Marx’ın ilgili metinlerinden yararlanarak, çağdaş kapitalizmin, hayvanları, aynı olmasa bile insanların kapitalizmde yabancılaşma biçimlerine benzer şekilde yabancılaştıracak, sömürecek ve yerinden edecek şekilde tasarladığını, kullandığını ve bunun artık son bulmasını sağlamak için ahlaki bir yükümlülüğümüz olduğunu savunuyorum. Bununla birlikte, Marx’ın yabancılaşma açıklamasını benim yaptığım gibi tür bariyerinin ötesine taşıyarak kullanan başka bilim insanları olsa da, ben kapitalizmi eleştirenlerin insanlar için kabul edilemez bulduğu adaletsizliklerin birçoğunun, diğerlerinin ileri sürdüğü gibi hayvanlar açısından aynı derecede kabul edilemez olduğunu değil, ahlaki açıdan daha da kabul edilemez olduklarını savunuyorum. İncelemem, ahlaki, politik ve ekonomik düşüncelerin aynı olmadığı gerçeğine rağmen, desteklediğimiz siyasi ve ekonomik sistemler için önemli bir temel oluşturduğu düşünülürse, onlar sosyal gerçekliğimizi birbirine bağlayan zinciri kurdukları için gerçekten adil sosyal, politik ve ekonomik yapılar inşa edilecekse, ahlaki duyarlılıklarımızın diğer kaygılara odaklanılarak ötelenmemeleri gerektiğini kabul etmekle şekilleniyor.

Sonuç olarak, incelemem (hala) Marx’ın düşüncesi (ilk dönem) de dahil olmak üzere, ahlaki ve politik rolleri ve aralarındaki yakın ilişkiyi vurgulayarak beynini hayvan özgürlüğü uğrunda savaşla meşgul eden Marksist bilim insanlarının çoğundan ayrı düşüyor. Bunun nedeni, bu akademisyenlerin bile, öncelikli vurgusunun ahlaki düşüncelerden ziyade sosyalist politikalar, çevresel ve ekolojik kaygılar üzerine yüklenmesi ve analizlerinin merkezinde bunların yer almasıdır. Bu sebeple, hayvanların ahlaki statü sorunu ve bizim onlara karşı yükümlülüklerimiz meşru ama aynı zamanda ikincil kaygıların bir veya daha fazlasının bir unsuru olarak ele alınır. Ayrıca, gerçek hayvan özgürlüğü için kapitalizmin radikal bir şekilde bozulmasının gerekliliği, geleneksel (liberal) hak temelli veya pratik girişimlerin bu amaca ulaşmak için yeterli olmadığını konusunda Marksistlere ve Eleştirel Teorisyenlere katılsam da benim görüşüm her şeyden önce, toplumu hayvanların birey olarak (tür grupları değil) refahına gerçekten saygı duyacak şekilde yapılandırmak için ahlaki bir yükümlülüğümüzün olduğu üzerinedir. Bu bağlamda, bireysel hayvan refahının, insan refahından daha az önemli olmadığını savunarak bireysel şekilde hayvanlara odaklanmanın, ilgili bireylerin eylemlerinin hayvanlar için adaleti sağlamak için yeterli olduğunu iddia eden geleneksel argümanların zahmetli sonuçlarına boyun eğilmemesi gerektiğini göstermeye çalışıyorum.

Bu makalede bu iddiaların bir kısmını savunamayacağımı kabul etsem de güçlü bir savunma yapmak için, önce Marx’ın tür varlığı nosyonunu vurgulayan ve eleştirel yabancılaşma açıklamasını hayvanlara uygulamakta neden başarısız olduğunu anlamak için zemin hazırlayan “öz yabancılaşma” açıklamasını aydınlatan insan ve hayvan arasındaki ayrım hakkındaki görüşünün bir incelemesini sunarak başlıyorum. İkinci olarak, hayvanların da tıpkı insanlar gibi, kapitalizmin içinde nasıl yabancılaştıklarını açıklıyorum. Ayrıca onlar sadece bizim özel mülkiyetimiz olarak değil, aynı zamanda üretimin basit araçları veya hammaddeleri (makineler gibi) olarak düşünülür ve muamele görürler. Ayrıca, incelikli bir hayvan failliği anlayışını kullanarak ve insanların hayvanlara yalnızca hayatta kalmaları için değil, kendi kimlikleri için de bağımlı olmalarının temel yolunu kabul ederek, hayvanların yabancılaşmasının ve metalaştırılmasının ahlaki meşruiyetine ilişkin argümanımı güçlendiriyorum. Üçüncüsü, Marx’ın ünlü “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin ahlaki nedenlerle hayvanlara uygulanması gerektiğini savunuyorum. Ve son olarak, makalenin son bölümünde, gerçek hayvan özgürlüğünün neden kapitalizmin çözünmesini gerektirdiğine dair kısa özet sunuyorum.

Marx’ın “öz yabancılaşma”, tür varlığı ve insanlarla hayvanlar arasındaki ayrım hakkındaki görüşü

Marx, insanlık nosyonu için esas olanın, insanların doğayı hem pratik hem de teorik olarak evrensel bir bütünün üyeleri olarak kendilerini gerçekleştirmelerine izin veren yaratıcı, özgür dönüştürücü yollarla biçimlendirme kapasitesine sahip oldukları sürece diğer canlılardan ayırt edilebileceğini iddia eder. Bu iddia kesinlikle Marx’ı, bazı bilim insanlarının iddia ettiği gibi, insanlarla hayvanlar arasında bir süreklilik olmadığı, aralarında bir uçurum olduğu inancına bağlamamakla birlikte, onun hayvanlar ve insanlar arasında başka şeylerin yanı sıra, insan emekçilerin kapitalist sistemler içinde nasıl yabancılaştığına dair analizine zemin hazırlayan bir ikilem üzerinde çalıştığını gösteriyor. Üründen yabancılaşma, üretken faaliyetten yabancılaşma ve birbirinden yabancılaşma olmak üzere birbiriyle ilişkili üç yabancılaşma biçimini açıkladıktan sonra Marx, El Yazmaları’nın “Yabancılaşmış Emek” bölümünde işçinin “tür-varlığı” ile doğasıyla, özüyle sanki yabancı bir varlıkmış gibi ilişki kurmasını içeren kapsayıcı bir yabancılaşma biçimi hakkında bilgi verir. Bu yabancılaşma biçimi “öz yabancılaşma” olarak adlandırılabilir ve diğer yabancılaşma biçimlerinin zorunlu bir sonucu olarak anlaşılabilir. Marx uzmanlarının, Marx’ın bir “insan özü” nosyonuna başvurup başvurmadığı konusunda ihtilafta olmalarına rağmen, onun “tür-varlık” terimini insan “özü” ya da “doğası”na atıfta bulunmak için kullandığı açıktır ve bu nedenle, eğer insanlar kendi türlerinin varlığından yabancılaşırlarsa, başkalarıyla özgür, yaratıcı, anlamlı çalışma yoluyla kendilerini gerçekleştiremedikleri için, doğalarına uygun yaşama becerileri hüsrana uğrar.

Bu yabancılaşma biçimini anlamak, yalnızca kapitalist ekonomilerde insani yabancılaşmanın ne kadar yaygın olduğuna dair anlayışımızı güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda Marx’ın insan doğası anlayışına ilişkin bilgi hazinemizi de zenginleştirir. Ted Benton’ın bize hatırlattığı gibi, Marx “tür-varlık” terimini Feuerbach’tan alsa da onun anlamını, yabancılaşmamış ekonomik sistemler içinde insanların üretken etkinliğinin benzersiz evrensel karakterine odaklanarak dönüştürür (Benton 1993: 26). Bu bağlamda Marx, “insan, yalnızca pratikte ve teoride türü (kendisini ve diğerlerini) obje olarak benimsediği için değil, aynı zamanda kendisini gerçek, yaşayan tür olarak kabul ederek evrensel ve dolayısıyla özgür bir tür olarak gördüğü için türsel bir varlıktır” iddiasında bulunur. (Marx 1975: 275). Marx’ın yabancılaşmış emeğe ilişkin yazdıklarının ayrıntılı bir okumasının açıkça ortaya koyduğu gibi, yalnızca acil maddi ihtiyaçların karşılanmasından çok, özgürce ve yaratıcı bir şekilde üretme arzusu ve kapasitesi üreten şey insanların benzersiz doğasıdır. Kuşkusuz, Marx’ın insan yeteneği ve üretken faaliyetimiz aracılığıyla olumlu bir şekilde dönüştürücü olma arzusunu vurgulayan insan doğası görüşü, onun yabancılaşma söylemini mümkün kılan şeydir.

Bu makalenin amacı göz önüne alındığında, Marx’ın insan doğası, yani “tür-varlık” kavramının, onun neden insan olmayan hayvanların yabancılaşması hakkında bir açıklama yapmadığını nasıl açıkladığını düşünmemiz önemlidir. Marx’a göre, yalnızca kendi acil ihtiyaç ve arzularımıza göre değil, aynı zamanda tarihsel olarak bilgilendirilmiş akıllı ve pratik etkinlik yoluyla insanlığın olası veya hayali ihtiyaç ve arzularına göre, potansiyel olarak tüm doğayı yaratıcı-özgür-bilinçli bir şekilde dönüştürmeye yönelik yeteneği ve doğal arzusu insanları insan olmayan hayvanlardan önemli bir şekilde ayırır. (Marx 1975: 276–277). Sonuç olarak, öyle görünüyor ki, hayvanlar, Marx’ın bu kavramdan çıkardığı özgün anlamında “tür-varlıklar” olmadıkları için, onun görüşüne göre basitçe yabancılaştırılamazlar. Çünkü hayvanlar, ihtiyaç ve arzularını tatmin etmek için gerçekten de doğanın malzemelerini kullanabilirler; bununla birlikte, Marx’a göre insanlardan farklı olarak hayvanların “ürettikleri”, kendilerinin ötesinde hayvanlara veya ailelerine, sürülerine değil her zaman kendi acil fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eder. Marx’ın yazdığı gibi: “hayvan yalnızca anlık fiziksel gereksinimin egemenliği altında üretirken, insan fiziksel gereksinimden özgür olduğunda bile üretir ve yalnızca gerçekten özgür olarak üretir” (Marx 1975: 276). Bu nedenle, hayvanların ilkel ve genel anlamda “üretken” olduklarını söyleyebiliriz, çünkü amaçlarına ulaşmak için kesinlikle doğanın malzemelerini kullanırlar, insan yaşamı ise “yaratıcı olarak üretkendir”.

Eğitici bir şekilde, Marx’ın tür varlığımızdan yabancılaşma açıklaması, kapitalizmin, insanoğlunun tür-yaşam etkinliğini, isteksizce, yaratıcı olmadan, hatta bir bakıma, bilinçsizce ve en önemlisi bütün olarak insanoğlu uğruna değil temel fiziksel varlığı sürdürmek uğruna mülk sahiplerinin sermaye birikimi ve kâr şeklinde mülkiyetlerinin mali ve maddesel faydalarını elde etmekle sonuçlanan bir “egzersiz”e dönüştürerek insanlığın aktif tür yaşamını nasıl zorunlu olarak engellediğini anlamamızı sağlar. Bu bağlamda Marx, yabancılaşmış emeğin özgür ve kendi kendini yöneten etkinliği yalnızca araçlara dönüştürdüğü gibi, insanların türsel yaşamını da fiziksel bir varoluş aracına dönüştürdüğünü açıklar (Marx 1975: 274-277). Bu şekilde, tür varlığımıza yabancılaşma, kendimizi birbirimize ve dolayısıyla toplumsal, insan varlıkları olarak tam anlamda gerçekleştirmemize karşı koyduğumuz şekillerde en şeffaf olan toplumsallığımıza yabancılaşmayla sonuçlanmasıyla birlikte yeme, içme, barınak bulma, üreme ve fiziksel, hayvansal varlığımızı sürdürme amaçlı diğer faaliyetler bakımından açıkçası, insanlar diğer hayvanlarla ortak paydadadır. Açıkça söylemek gerekirse, Marx’ın insan doğasını tanımladığı gibi, kapitalizm içinde çalışmak uğruna yaşadığımız şey değildir; Ücretli Emek ve Sermaye’de belirtildiği gibi “insan hayatta kalabilmek için çalışır, emeği hayatının bir parçası olarak görmez; daha ziyade o, bir fedakarlıkdır. Bir başkasına açık arttırmayla sattığı bir metadır” (Marx 1993/1999). Ek olarak, “ipek böceğinin iplik eğirmedeki amacı, bir tırtıl olarak varlığını sürdürmek olsaydı, ücretli işçinin, yani yabancılaşmış bir emekçinin mükemmel bir örneği olurdu” diye yazar (Marx 1993/1999). Böylelikle, insanlar kapitalist ekonomilerde çeşitli şekillerde yabancılaşarak, Marx’ın yazdığı gibi “doğanın hizmetçisi” haline geliyor (Marx 1975: 273) ve emek, kapitalizmin yabancılaştırıcı, sömürücü yapılarının dışında özgürce yapılsaydı olumlu, yaratıcı ve akıllı ürünleri olacakken, “aptal” ve “akıllıların” işi oluyor (Marx 1975: 273).

Bu şekilde, insanların “insan olarak, ancak varlığını sürdürmek için gerektiği kadar değil, işçi olarak çalıştıkları” göz önüne alındığında (Marx 1975: 239), “indirgendiğimiz” veya “tıpkı hayvanlar gibi” olduğumuz söylenebilir. Bu bağlamda Marx şu somut örneği verir:

“aç insan için, var olan gıdanın insan için olan formu yoktur, gıda olarak yalnızca soyut varlığı mevcuttur. En kaba haliyle de orada olabilirdi, [bu durumda] bu beslenme eyleminin hayvanlarınkinden hangi noktada ayrıştığını söylemek imkânsız olurdu (Marx 1975: 302).

Bu pasajlar, Marx’ın mülksüz, yabancılaşmış işçinin yaşamını hayvanın yaşamına benzettiğini gösterir; önemli anlamda, her ikisi için de üretken faaliyet yalnızca acil fiziksel ihtiyaçların karşılanması uğruna yapılır ve bunların en geneli yaşamın sürdürülmesidir. Yemek gibi hem hayvanların hem de insanların doğal olarak meşgul oldukları eylemlerle ilgili olarak, faaliyetleri hayvanların meşgul olduğu “beslenme”den (yemek yeme değil) ayırt edilemediği sürece, işçiler, Marx’a göre “hayvanlar gibi” olurlar.

Kabul etmek gerekir ki, Marx’ın “insanın benzersizliğini tanımlarken hayvanları küçümseme niyetinde olmadığını ve onun hayvan becerilerini ve ihtiyaçlarını hafife alarak hareket etmediğini” iddia eden Lawrence Wilde da dahil bazı akademisyenler bunun (ve benzer iddiaların) nasıl yorumlanması gerektiğini tartışmakta; (Wilde 2000: 43). Bununla birlikte, Marx hayvanlara karşı herhangi bir “saygısızlık” veya “hafiflik” kastetmemiş olabilir. Marx’ın metninin ruhunun ve anlamının en iyi çevirisinde bile (burada ve başka yerlerde) yorumsal “zorluklar” olsa da, Marx’ın bu örneği, yalnızca insanların yabancılaşmamış koşullar altında yemek yerken deneyimlediği karmaşık zevk ve tatminin burada genel olarak çalışmanın yerini aldığını vurgulamak için kullandığı (kapitalizmde bu imkansız hale gelir) açıktır. Dolayısıyla insanlar bu koşullarda “yediklerinde” -veya daha da önemlisi “çalıştıklarında”- sadece kendilerini besliyorlar ve hayvanlar gibi zorla ve zorunlu olarak, uygun zevkten veya gerçek kendini gerçekleştirmeden yoksun olarak bir şeyler üretiyorlar.

Sonuç olarak, bu konudaki bazı anlaşmazlıklara rağmen, bana göre, Marx’ın yalnızca insanlarla hayvanlar arasındaki bir ayrımı (tartışmaya açık olmayan) değil, aynı zamanda insanları hayvanların üzerine koyan bir hiyerarşiyi onaylamaktan da suçlu olduğu oldukça açık görünüyor. Hayvanların karmaşık doğalarını ve içsel değerlerini içermeyen bir hayvan kavramıyla (özellikle ilk çalışmalarında) hareket etmesi nedeniyle kapitalist ekonomiler içinde hayvanların yabancılaşmış durumunu fark etmekte başarısız olmuştur. Bunun yerine, Marx genellikle, onları, emeklerinin meyvelerinin yanı sıra, başkalarının sahip olduğu salt mülk veya kaynaklar olarak kavramayı olağan hale getiren, onları öncelikle araçsal değer olarak gören iyi bilinen hayvan kavramını devralıyor gibi görünmektedir; veya en azından bu kendisini açıkça ilgilendiren bir şey değil. Dolayısıyla, “Marx, hayvanların acil fiziksel ihtiyaçların egemenliği altında yaşadığını iddia ettiği için, bunun onların ihtiyaçlarına saygı duyulmaması gerektiği [zorunlu] imasını taşımadığı” (Wilde 2000: 45) konusunda Wilde ile aynı fikirde olsam da, Marx’ın dilinin, insanların sömürülmesinin ve tür varlıklarına özgü insani ihtiyaçlarının ve çıkarlarının kapitalizm içinde karşılanmamasının acil toplumsal, politik, ekonomik ve ahlaki kaygı olduğu görüşüne ihanet ettiğine inanıyorum. Hayvanların acı durumu, özellikle Marx’ın görüşüne göre, acil, içgüdüsel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktan başka bir şey yapamayacakları düşünüldüğünde, onun eleştirel radarında olmadığı da açıktır.

Daha soylu insan doğası görüşüne kıyasla bu hayvan doğası görüşüyle ​​hareket etmek, hayvanların içgüdüsel (vs.) ihtiyaç ve çıkarlarının tatminini önleyen engellerin, insan ihtiyaçlarının ve doğanın tatminini önleyen engellere kıyasla sönük kalması sonucunu doğurur. Bu nedenle, Marx’ın insanlarla hayvanlar arasındaki “ayırıma” ilişkin görüşünün “cömert” bir yorumu kullanılmadıkça, başka bir konumun makul bir şekilde nasıl savunulabileceğini anlamıyorum. Hiyerarşi ve indirgeme dili, Marx’ın ilk yapıtlarında değinilen ve doğayı üretken bir şekilde dönüştürebilen ve hayvanlar gibi, yalnızca anlık içgüdüsel, doğal, biyolojik ihtiyaçları karşılamak için doğanın araçlarıyla sınırlı şekillerde çalışmakla sınırlı olmayan  insanları türsel varlıklar olarak kavrayışıyla doğrudan çelişen, hayvanların doğanın parçalarından biraz daha fazlası olduğu anlayışında açıkca hissediliyor.

Marx’ın hayvanlar ve buna bağlı olarak insanlarla ilgili iddialarını anlamak, Marx’ın eleştirel kapitalizm analizlerinde hayvanların yabancılaşmış durumunu düşünmeye neden motive olmadığını anlamamıza yardımcı olur, özellikle de hayvanların onları yabancılaşmaya aday yapan kapasiteleri, ihtiyaçları ve çıkarları olduğunu kabul etmedeki başarısızlığı göz önüne alındığında ve onların gerçekten de onun komünizme yüklediği şekillerde sömürüldükleri ve ıstırap çektirildiği Marx’ı uyarmalıydı. Makalenin sonraki iki bölümü buna değiniyor.

Kapitalizmde yabancılaşma ve insan olmayan hayvanların mülkiyet durumu: Gözümüzden kaçanların bir açıklaması

Marx’ın insanları ve hayvanları basitçe ayırt etmekle kalmayıp, akılda bir hiyerarşi ile çalıştığını gösterdikten sonra, Marx’ın “ikiye bölünmüş gözlükleri” ile göremediği şeyi, yani kapitalist ekonomilerde hayvanların nasıl uygunsuz bir şekilde araçsallaştırıldığını ve en önemlisi kâr elde etmek de dahil insan çıkarları için makineler gibi sadece “üretim araçları” haline gelecek kadar sömürüldüğünü ve bu nedenle onların da kendi doğalarını gerçekleştirmelerini engelleyecek şekilde yabancılaştıklarını düşünmeye hazırız. Şu anki düşüncemizde, insanları ve hayvanları birbirinden ayıran şeyin ilgili üretim kapasitelerini motive eden yol ve nedenlerdeki farklılıklar olmasına rağmen, Marx’ın hayvanların da, salt üretim araçları (ya da hammaddeleri) olarak düşünüldükleri ve onlara bu şekilde muamele edildikleri sürece, modern politik ekonomilerde zorunlu olarak yabancılaşmış olduklarını; insan amaçları için (kendileri için değil) çalışmaya zorlanıp sömürüldüklerini; ve onlara bilinçli, duygusal bakımdan karmaşık, çoğu zaman kendinin farkında olan, tatmin etmeye çalıştıkları kendi çıkarları olan sosyal varlıklar olarak saygı duyulmayarak acı çektirildiğini ve hayatı yaşattırıldıkarını fark etmeyi ihmal ettiğini vurgulamak önemlidir. Zira, bildiğimiz kadarıyla, hayvanların doğa içinde ve doğa üstünde çalışmasının, yani “hayvansal üretim”in insan üretimine göre (yabancılaşmış olsun ya da olmasın) çok daha sınırlı olmasına rağmen, temelde entelektüel kapasitelerdeki farklılıklar ve benzer arzulardaki bazı farklılıklara karşın, Marx, yukarıda tartışılan eski ve iyi bilinen insan-hayvan ikiliğini kullanarak insanların tür-varlığını bariz açıkladığı metinlerde bu farklılıkları abartıyor görünmekte.

Bazıları, hayvanların doğaları hakkında bir kavramları olmadığı ve bu nedenle kendilerini gerçekleştirme girişimlerinin, onları uygunsuz bir şekilde kullanan ve sömüren insan kurumları tarafında nasıl hüsrana uğradığını düşünemedikleri için, onların kendilerini yabancılaşmış olarak deneyimlediklerine itiraz edebilirler. Bu itiraza verilecek bariz yanıt, nesnel bir bakış açısıyla, onların doğalarını kullanma ve onlara saygısızlık etme yollarımızın hayvanların yabancılaşmasına yol açıp açmadığını sorgulamak için onların kavramsal kapasitelerine başvurmaya gerek olmadığıdır. Ayrıca, hayvanların insanların kullandığı kavramsal vasıtayla düşünememesi ve deneyimleyememesine rağmen, kapitalizmin kâr amaçlı mekanizmaları ve güdüleri içinde yaşamaktan ve sömürülmekten dolayı doğal yaşamlarından koptuklarını, şiddetli hüsran, sefalet ve ıstırapa uğradıklarını görmek için hayvanları gözlemlemek yeterlidir. Bundan şüphe duyan varsa, Catharine MacKinnon’ın şu sözlerine kulak vermesi iyi olur: “Hayvanlara kim sordu?… Hayvanlar insan hegemonyasına [ve egemenliğine] karşı koyuyorlar mı? Bence sık sık evet. Ayaklarıyla koşarak beyan ediyorlar. Isırıyor, acı içinde çığlık atıyor, şefkatlerini sakınıyor, temkinli yaklaşıyor, uçuyor ve yüzerek uzaklaşıyorlar” (MacKinnon 2004: 270). Dolayısıyla, Bob Torres’in dediği gibi, “hayvan mücadelesinin, Marx’ın işçi sınıfına ilham vermeyi umduğu proleter devrimden niteliksel olarak farklı olduğunu” (Torres 2007: 39) kabul etmemiz gerekse de, yine de şu doğrudur: hayvanlar ekonomimizle çelişiyor ve “onları çalışmaya zorlayan zincirleri birleştirmek ve kırmak” (Torres 2007: 39) kapasitelerine sahip olsalardı bunu yaparlardı.

Daha da önemlisi, kapitalizmden önceki ekonomilerimizde hayvanların kullanımı yalnızca sıradan olsa da, kapitalizm küresel gücünü ve erişimini genişlettikçe, hayvan sömürüsü, bizimle birlikte çalışan, yaşayan ve bizimle aynı dünyayı paylaşan hayvanların artık birer varlık olarak değer görmediği düzeye yükseldi. En azından 17. yüzyıldan beri, Jason Hribal’ın dediği gibi, hayvanlar, tıpkı insanlar gibi, kamulaştırıldı ve sömürüldü, “doğal olmayan bir şekilde özel mülkiyet haline geldi, çünkü bu sermaye birikimi için gereklidir. (Hribal 2003: 436).

Hribal’ın açıklamasını detaylandırarak,

17. yüzyıldan bu yana pek çok hayvan çalıştırıldı, büyük parasal karlar elde edildi ve çabaları için çok az tazminat ya da takdir aldılar. Çiftlikler, fabrikalar, yollar, ormanlar ve madenler onların üretim yerleri oldu. Burada çiftlik, fabrika ve maden sahipleri için saç, süt, et ve güç ürettiler ama ücretlendirilmediler. Aslında, benzer koşullar altında çalışan başkalarını da düşünebiliriz: insan köleler, çocuklar, hizmetçiler, seks işçileri vs. Temel gerçek, atların, ineklerin veya tavukların insanlarla aynı kapitalist sistemde emek vermiş ve çalışmaya devam etmiş olmasıdır (Hribal 2003: 436).

Hribal’ın belirttiği gibi, hayvanların emeğinin ve zahmetinin son yüzyıllarda kapitalizmin muazzam büyümesinin ayrılmaz bir parçası olması ve olmaya devam etmesine rağmen kapitalizm içinde emeklerinin karşılığında acı, hastalık ve erken ölümle dolu bir yaşamdan başka bir şey almadıkları göz önüne alındığında, hayvanlar yevmiyeli insan emekçilerinden ziyade insan köleler ve seks işçilerine benziyor. Kuşkusuz, hayvanların insan tarafından maddi ve finansal kazanç uğruna sömürü geçmişi, hayvanların hem emeklerinin ürünleri hem de tüm varlıklarının özünde değerli varlıklar olarak değil, yalnızca değişim değeri olan nesneler olarak kabul edildiğini göstermektedir. Hayvanların emeğini ve bedenlerini insanların kişisel ve ticari çıkarlarını tatmin etme aracı olarak kullanmak, onların kendilerini olması gerektiği gibi, yani doğalarınca yaratıcı bir şekilde dönüştürücü varlıklar olarak gerçekleştirmelerini imkânsız hale getirir.

Bu noktada, hem insan hem de hayvan emeğinin kapitalist ekonomilerde sorunlu yollarla hangi anlamda “metalaştığını” daha derinlemesine inceleyelim ve bu araştırmayı insanlar ve hayvanlar arasındaki hem insanların hayvanlara bağımlı olmasının temel yolunu hem de hayvanların onları kötüye kullanmamızı ve metalaştırmamızı ahlaki açıdan insanların durumundan daha içler acısı hale getiren “özel” bir failliğe sahip olduğunu ve böylece, acilen yok edilmesi gerektiğini vurgulayan karşılıklı bağımlılığa dair kısa bir tartışma ile tamamlayalım. Emeğin ürünleri, yabancılaşmayla ilgili sorunları beraberinde getirmeden kesinlikle nesne, hatta meta haline gelebilirken, meta üretimine giren pratik ve entelektüel emek, özgür, yaratıcı, toplumsal olarak işbirliğine dayalı çalışma mantığından ziyade kapitalist güdümlü mübadele mantığı ve artı değer yaratma amacı tarafından yönetildiği sürece, kapitalizmde bu imkansızdır. Kapitalizm içindeki meta biçimi, “üretimi kontrol edenler tarafından… işçiye empoze edilen bir dizi güç ilişkisini temsil eden” (Torres 2007: 29) olarak tanımlanabilir; amacın kâr elde etmek olduğu yerde ister insan işçi olsun, isterse hayvan işçi olsun bu böyledir. Sonuç olarak, -“[metalarımızı] üreten emek gücü, ister insan, ister hayvan emeği değişim değerinin soyutlamasına dönüştüğü için… metaların niteliksel farklılıklarını çalar” (Torres 2007: 31) -dan dolayı, metaların oldukları hale geldiği sömürücü, insanlık dışı koşulları kavramak şöyle dursun- “metaların üretimlerinde nasıl farklılık gösterdiğini anlayın”-imkansız hale gelir. (Torres 2007: 31). Ne yazık ki, bu mübadele mantığı, kapitalizm içindeki üretken ve tüketim faaliyetlerimize egemen olduğundan, yabancılaşma artarak beraberinde, ister insan ister hayvan kaynaklı olsun, metaların gerçek kökenlerini ve üretimlerindeki sömürüyü kavrama konusundaki fiilen yetersizliğimizi getirir.

Kapitalizmdeki metaların sorunlu doğasını ve bunun yabancılaşmayla nasıl bağlantılı olduğunu açıkladıktan sonra, modern politik ekonomimizde hayvanların sadece özel mülkiyet değil, üretim araçları ve kaynakları olarak da nasıl yabancılaştırıldığına dair daha ayrıntılı bir açıklama sunmaya hazırız. Barbara Noske’nin formülasyonunu takip ederek, kapitalizmin kaçınılmaz bir özelliği olan yabancılaşma sürecinde, Marx’a göre insanların “insanlıktan uzaklaştırılması” (Noske 1997: 18–21) gibi, “hayvanlar da kapitalizmin işleyişinde “hayvanlıktan arındırılmıştır” (Noske 1997: 18–21) diyebiliriz. Bununla birlikte, ima edildiği gibi, bu süreç, hayvanları, bırakın gelişen bir yaşam sürmeyi, beslenme biçimlerine uygun yiyecekleri yiyebilmeleri, uyudukları ve yemek yedikleri yerden ayrı bir alanda dışkılayabilmeleri, sosyalleşebilmeleri veya özgürce hareket edebilmeleri gibi en temel çıkarlarını bile tatmin etme olasılığını reddettiğinden, türcü olmayan bir bakış açısıyla, hayvanların yabancılaşmış varlığının, yevmiyeli insan işçiler için olduğundan daha kötü olduğunu iddia etmek mantıklıdır, çünkü kapitalizm içinde kesinlikle gelişmese de yevmiyeli işçilerden birçoğu (hepsi olmasa da), en azından iş hayatı dışında olumlu, anlamlı deneyimler tadabiliyorlar.

Her halükarda, mülksüz işçiler gibi, çoğu çalıştırılan hayvan da “ürünleri”nin kendilerine değil başkasına ait olması nedeniyle çeşitli şekillerde onlara yabancılaşır; bununla birlikte, bu durum, çoğu insan emekçinin aksine, birçok çalışan hayvanın üreme ürünleri, yani doğumdan hemen sonra ellerinden alınan yavruları için bile geçerlidir. Bu durum gerçekleştiğinde, bu hayvanlar, yavrularına bakma konusundaki doğal arzularını tatmin etme yeteneklerinden mahrum bırakılırlar; bunun ahlaki önemi, sadece annelerin yavruları için ağladıklarına ve genellikle hayatlarının geri kalanında süren yasa dikkat edilerek kolayca kabul edilebilir. Bu karmaşık davranışlar dizisinin, failliğin karmaşık ahlaki müzakerelere girişme yeteneği olarak değil, özel bir tür “faillik” olarak görülebileceğini ve görülmesi gerektiğini ileri sürüyorum; şüphesiz kasıtlı olarak bir faaliyette bulunma yeteneği, bu faaliyete katılma konusundaki doğal arzusundan sıyrılmış olan bireye ciddi sıkıntı ve ıstırap vermesine neden olur. Ne yazık ki, bu arzuyu tatmin edememenin yalnızca şiddetli ıstıraba neden olmakla kalmayıp, söz konusu birey için anlamlı bir yaşam unsurunu da inkâr ettiği düşünülürse, bu olasılığı ortadan kaldıran herhangi bir müdahele yaşamı anlamsızlaştırma tehlikesiyle karşı karşıyadır ve bu da özellikle bunu yapmanın nedeninin kâr maksimizasyonu da dahil olmak üzere gereksiz insani amaçları tatmin etmekten ibaret olduğu düşünülürse, hayvana saygı duymamanın kesin bir işaretidir. Bu, insanların (sistematik olarak) rızaları olmadan yavrularının alıkoyulmadıkları göz önüne alındığında, hayvan yabancılaşmasının insan yabancılaşmasından daha fazla acıya yol açtığının söylenebileceğinin başka bir yoludur. Bu çok spesifik yabancılaşma örneğine ek olarak, araştırma laboratuvarlarında kullanılan hayvanlar gibi bedenleri (tamamen veya kısmen) başka şekillerde “ürün” olan hayvanlar da kendi ürünlerinden yabancılaşırlar. Bunun sebebi bedenlerinin diğer varlıkların seçilmemiş amaçlarını tatmin etme aracı olarak kullanılmasını asla kabul etmeyecek olmaları değil, bu şekilde sömürülmelerinin onların kendi doğal, türsel faaliyetleri yoluyla ihtiyaç ve arzularını tatmin edemez hale getirmesidir. Tıpkı daha önce açıklanan örnekte olduğu gibi, bu da aşırı derecede acıya ve sıkıntıya yol açarak çoğu zaman hayvan için yaşamı çekilmez hale getirir.

Çalışan hayvanlar, doğalarına ters ve onlar için çok fazla ıstırap üreten yol ve koşullarda çalışmaya zorlandıkları sürece, üretken faaliyetlerine de yabancılaşırlar. Torres’in belirttiği gibi, “Hayvanların bedenleri ve işlevleri tamamen sermaye tarafından sahiplenildi ve daha sonra, tüm hayvan varlığı tek bir üretken faaliyete tabi kılınarak yalnızca tek bir yolla kullanıma sunuldu” (Torres 2007: 40). Örneğin, “domuz eti” üretmenin maliyetini düşürdüğünden, dişi domuzlar hem hamilelikleri hem de emzirme dönemleri boyunca hareketsiz kalmaları için, yavrularını emzirirken kafeslere hapsoldukları durumlar dışında, tipik olarak tüm yaşamları boyunca gebelik kasalarına kapatılır.” Bu, grup halinde barındırılan dişi domuzlar arasında saldırgan davranış olasılığını ortadan kaldırarak ve alandan da tasarruf ederek dişi domuzları beslemenin yanı sıra emzirmeyi daha verimli hale getirmek de dahil olmak üzere çeşitli şekillerde üretim maliyetlerinden tasarruf sağlar. “Domuz eti üretiminde” kullanılan bu immobilizasyon, izolasyon, zorla emzirtme ve diğer maliyet düşürücü uygulamaların diğer örneklerde olduğu gibi bu hassas, sosyal ve zeki hayvanlara hem fiziksel hem de duygusal olarak aşırı sıkıntı ve acı çektirdiğini hayal etmek zor değil. Günümüzün kapitalist dünyasının fabrika çiftçiliğinin benzer şekilde ahlaki olarak savunulamaz ama yapısal olarak verimli bir pratiği de  yumurta tavuklarına karşı muameledir. Tavuk çiftçisinin gözünde (birçok yumurta tüketicisinden bahsetmiyorum bile) tavuklar yalnızca yumurtlama amacıyla vardır, yani “bu işlev… tavukların bedenlerini kâr için kullanmak isteyenlerin odaklandığı tek faaliyet haline gelirken, varlıklarının diğer tüm yönleri, üretime engel oldukları için bastırılır” (Torres 2007: 40). Gerçekten de, bu (ve diğer) örneklerin gösterdiği gibi, kapitalist kâr güdüsünün çiftçilik sürecini (ve diğer hayvan sömürüsü biçimlerini) yöneten tek çalışma ilkesi olduğu göz önüne alındığında, bir bireyin çektiği acılara karşı şefkat gibi ahlaki duyarlılıkların veya sezgilerin, en azından yapısal düzeyde, kapitalizm içinde hayvanlarla olan ilişkimize ve hayvanlara yönelik muamelemize rehberlik etmesine izin vermek imkansız hale geliyor. Bu, makalenin son bölümünde döneceğim bir noktadır.

Ayrıca, kapitalizm içinde insanlar nasıl birbirine yabancılaştıysa, çalışan hayvanlar da aynı durumda. Bunu en belirgin olarak endüstriyel olarak yetiştirilen, laboratuvar ve çeşitli eğlence hayvanlarında görürüz. Tipik olarak, bu endüstrilerde tabi tutuldukları hapsedilme ve yoğun çalışma koşulları olmasaydı, diğer hayvanlarla sosyalleşmelerine ve oluşturacakları doğal fiziksel ve duygusal bağları kurmalarına izin verilmez. Gerçekten de, “maliyetleri düşürmeyi ve kârları artırmayı amaçlayan kapitalist üretimin bu içsel süreçleri, hayvanların sosyal ihtiyaçlarını görmezden gelerek, onları sermayenin mantığına tabi kılar” (Torres 2007: 40), ki çoğu durumda, sadece hayvanların sosyalleşmesini imkansız kılmakla kalmaz, aynı zamanda onları şiddetle karşı karşıya getirir. Son olarak, fabrika çiftlikleri, araştırma laboratuvarları ve çeşitli eğlence mekanları gibi yapay ortamlarda çalışan “basit makinelere dönüştürüldükleri” (Torres 2007: 40) göz önüne alındığında, hayvanlar doğal ortamlarına yani doğaya yabancılaşırlar. Deniz parkları, sirkler ve hayvanat bahçeleri insanların arzu ettiği ürünlerin üretildiği ve üretim araçlarının kapitalist sahiplerinin yararlandığı birçok örnekten üçüdür. Kapitalist ekonomilerde hayvanların sistematik ıstırabı o kadar olağandır ki, çok az insan bazı hayvanların (örneğin, sevimli yol arkadaşlarımız) ıstırabına ve kaderine önem verirken, diğer hayvanları (örneğin, etini lezzetli bulduğumuz için yemeyi sevdiklerimiz) umursamamanın ahlaki keyfiliğini fark eder. Elbette, bu ahlaki keyfilik, tamamen çıkarcı bir konumdan değil, dürüstçe yansıtılıyorsa, hayvanların kapitalizm içinde yapısal olarak kötüye kullanılması ve muamelesi, yasaklanması gereken ahlaki savunulamaz bir eylem olarak görülmelidir.

Bütün bunların yanı sıra, kapitalizm içinde hayvanların yabancılaşmış durumunun insanlarınkinden daha kötü olabileceği argümanını güçlendirmek için, Hribal’ın çalışan (ya da kaynak olan) hayvanlar için yeterince kötü olanın sadece daha güçlü bir varlığa aidiyetleri değil, yukarıdaki örneklerde gösterildiği gibi, tüm varlıkları ve yaşamı başkasına ait olduğu göz önüne alındığında mülksüz işçilerden daha fazla acı çekmesi muhtemel olduğunu kabul ettiğini hatırlamakta fayda var. Nitekim, daha önce de belirtildiği gibi, çalışan hayvanlar, piyasada sadece birer kaynak veya saf bir üretim aracı, bir makine gibi alınıp satılmaktadır ve bu nedenle şaşırtıcı olmamalıdır ki, … sefalet açısından, hayvanlar muhtemelen çağdaş işçi sınıflarından daha kötü durumdalar; gerçek mal köleleri ve insanların mülkiyeti olarak, asla kapitalist üretim sisteminin kavrayışının dışında kalmazlar ve onlardan günün 24 saati kâr etmek isteyenlerin çıkarlarına, tüm yaşamları (genellikle kısalan) boyunca hizmet ederler. (Torres 2007: 38, benim vurgum).

Hayvanların kapitalizm içindeki “makine benzeri” statüsünün olumsuz etkilerini abartmak zor olur, zaten onların tüm yaşamları, zorla “özelliklerini, acı çekmeme konusundaki çıkarları, özgür olma arzuları ve dünyada toplu halde sermayenin üretken amaçlarına boyun eğdirilmiş varlıklar olarak var olma”yı gerektiren kapitalist kâr maksimizasyonu hedefine hizmet etmeye adanmıştır. (Torres 2007: 38).

Hayvanların yabancılaşmış durumu ve onların yabancılaşması konusunda kapitalizmin oynadığı nedensel, sistematik rol üzerine ciddi olarak düşünürken, hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişki ve karşılıklı bağımlılık konusunda özellikle literatürde gözden kaçan ya da olması gerekenden farklı yorumlandığı için değinilmesi gereken bir nokta daha ortaya çıkıyor. Örneğin, Benton (ve diğerleri) hayvanlar ve insanlar arasında ve her iki grup ile çevre arasında şeffaf bir şekilde bariz görünen karşılıklı bir bağımlılığı kabul ederken, ben bu karşılıklı bağımlılıklarda insanın rolünü ayrıcalıklı kılan en küçük bir imaya karşı çıkarım. İnsanların çoğunun hayvana, üretim araçlarının kapitalist sahiplerinin neredeyse herkese ve her şeye, insan ve insan olmayanlara galip geldiği inkâr edilemezken, hayvanlara olan bağımlılığımızı şimdiye kadar olduğundan farklı kabul edip kucaklamamızın iyi olacağını düşünüyorum. Daha spesifik olursak, örneğin Benton, insan kurumlarının ve eylemlerinin hayvanları ve yaşam alanlarını etkilediğini kabul etse de, aynı zamanda “insanlık açmazıyla ilgili olarak, diğer hayvanların ölümüne neden olmadan yaşayamayacağımız bir gerçektir” iddiasında bulunuyor. Bu tür bir “bağımlılığı” kabul etmek, hayvanların ahlaki statüsüyle ilgili iki önemli noktayı gölgede bırakır. Birincisi, yukarıda açıklanan, hayvanların gelişmeleriyle yakından bağlantılı çıkarları tatmin etme kapasitesi ve niyeti olarak anlaşılan failliğe sahip oldukları özel anlamın üzerinden geçer (ağladıklarını, yas tuttuklarını, kaçtıklarını ve kötü muamele gördüklerinde ısırdıklarını hatırlayalım); ikincisi iktidarla olan bağlantısını basitçe varsaymayan bir hakimiyet nosyonunu kullanırsak, insanların gerçekte hayvanların “efendileri” olmadığını anlayamayız. Aksine, özellikle kapitalizmin yabancılaştırıcı uygulamaları aracılığıyla, insanların hayvanlar üzerinde gayri meşru güç kullanma biçimlerine rağmen ve belki de kısmen bu nedenle, Benton ve diğerlerinin kabul ettiği gibi, onlara yalnızca fiziksel olarak değil, kavramsal olarak da o kadar bağımlıyız ki, onların varlığı hem kendimizi insan olarak tanımlamamıza hem de gelişen bir insan yaşamı olarak sayılan şeyleri ifade etmemize yardımcı oluyor. Ne yazık ki, bu süreç tipik olarak, birçok kişinin hayvan adaletsizliğine kıyasla insan adaletsizliğinin ahlaki önemini aşırı değerlendirmeye yol açan şekillerde kendimizi belirgin bir şekilde öteki olarak nitelendirmemizle sonuçlanır. Bu nedenle, adaletsizliklerin politik önemi, temel ahlaki düzeyde, bu makalede ortaya konan nedenlerle, insanlar ve hayvanlar için muhtemelen farklı şekilde ortaya çıkarken, insan adaletsizliğine ayrıcalık tanımayı savunmak boş çaba (tartışmalı) olan türcülüğü savunmaya hazır olunmadıkça zordur.

Daha da önemlisi, insan gelişimini hayvan gelişimine göre ayrıcalıklı kıldığımızı (bunu kabul etsek de etmesek de) kabul etmediğimizde, hayvanların bize kim olduğumuzu “öğretmede” oynadığı temel rolü de kabul etmekte başarısız oluyoruz. Aslında onlara kendileri hakkında hiçbir şey öğretmiyoruz, aksine onları genellikle önemsiz amaçlarımız için kullanıyor ve sömürüyoruz, bu nedenle hatta paradoksal bir şekilde, haklarını talep edememelerine rağmen, hayvanların bizim “efendilerimiz” olduğu ve onlara çok şey borçlu olduğumuz bile iddia edilebilir. Bu durum göz önüne alındığında, hayvanların ahlaki statüsünü sadece tür düzeyinde değil, bireysel olarak hissedebilir varlıklar olarak kabul etmemiz gereken aciliyet, ahlaki gerekçelerle derhal ele alınmalıdır.

Ancak, sonuna kadar tüm canlıların anlamlı bir yaşam sürme şansına sahip olması mümkün olan adil bir sosyal, politik ve ekonomik yapı inşa etmek için neden kapitalizmin ötesine geçmemiz gerektiğine dair birkaç son söz eklemeden önce, Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yol gösterici komünist ilkesinin, hayvan özgürlüğü için inşa ettiğim ahlaki davaya nasıl daha fazla mühimmat eklediğini tartışacağım.

İnsan olmayan hayvanlara “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesini uygulamak

Yukarıdaki sayfalarda savunulan, tıpkı insanlar gibi hayvanların da kapitalizm içinde yabancılaştırılma biçimlerini dikkate alarak, Marx’ın iyi bilinen ve sıklıkla başvurulan “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” özdeyişini hayvanlara uygulamak tuhaf görünse de, bu, aşılmalıdır. Üstelik, Marx’ın insanlar ve hayvanlar arasındaki ayrım anlayışını karakterize ediyor gibi görünen üstünlük-aşağılık değerlendirmesini kabul etmemize rağmen, Marx’ın da, en azından El Yazmaları zamanında ve bundan sonraki dönemde insanların hayvan olduğu ve ortak birçok yetenek, ihtiyaç ve ilgiyi paylaştığını kabul ettiğini unutmamalıyız. Aslında, bunların farkına varmak, bizi Marx’ın ünlü özdeyişini hayvanlara uygulamak için iyi bir konuma getiriyor, çünkü hayvanlar da insanlar gibi aynı şekilde mülksüzleştirildiler, yerlerinden edildiler, doğal olmayan koşullara ve alanlara kapatıldılar, sömürüldüler ve kar amaçlı mülk olarak iktidarın elinde acı çektirildiler. Böylece ilkesi bir kez düzgün bir şekilde anlaşıldığında, Marx’ın politik ve sosyal ekonomiyi uygun şekilde organize eden radikal bir eşitlikçiliğe olan komünist bağlılığındaki temel rolünü inkar etmek zordur.

Yabancılaşmayı hayvanlara kapsatmam ve bunun ahlaki olarak savunulamaz sonuçlarına ilişkin ilgili argümanlarım makul ise, o zaman, Marx’ın ünlü özdeyişinde yakalanan eleştirel yabancılaşma açıklamasından hem motive eden hem de büyüyen endişeler, hem mantıksal hem de ahlaki zeminlerde insanların ötesinde hayvanlara genişletilmelidir. Çünkü (1) bu ilkenin yalnızca düzenleyici bir sosyal, politik ve ekonomik ilke olmadığı, aynı zamanda içeriği göz önüne alındığında ahlaki bir zorunluluk olduğu düşünüldüğünde; ve (2) ahlakın kapladığı temel rol göz önüne alındığında, bu ilkeyi hayvanlara uygulamak için ahlaki argüman güçlüdür. Gerçekten de, (Marx’ın ilkesi toplumu yönetmesi gereken bir ilke olarak alınırsa, özellikle hayvanların özel failliği ve onların kendimiz ve gelişmemiz hakkındaki kavrayışımızı nasıl mümkün kıldıkları hakkındaki argümanlarım makul kabul edilirse) hayvan doğasına ilişkin Marx’ın sahip olduğu “belirsiz görüşün” doğru olduğu gösterilebilse -ve bunun aksini gösteren o kadar çok kanıt var ki, ciddiye alabileceğimizi sanmıyorum- bu yine de topluluklarımızda yaşayan duyarlı bireylere karşı ayrımcı eylemlerde bulunmayı haklı çıkarmaz. Bu bağlamda, çoğu hayvanın zevk aldığı karmaşık sosyal ilişkileri kabul eden Sztybel, “Marx’ın insanın benzersizliğine ilişkin [argümanının] geçerli olmadığını” öne sürer (Sztybel 1997: 175).

Sztybel, Marx’ın ilkesinin doğru erişimini anlamak amacıyla, insan ve hayvanların farklı üretken kapasiteleri hakkında Marx’ın doğru olup olmadığına dikkat çekerek, Marx’ın insanların ve hayvanların farklı üretken yeteneklerine ilişkin açıklamasıyla ilgili benzer bir durum ortaya koymaktadır. Özellikle birçok insanın kendi geçim araçlarını üretemediği ve ahlaki statüden mahrum bırakılmadığı göz önüne alındığında “Bunun insan olmayanlara daha az ya da hiç kazandırmamasına rağmen insanlara nasıl ahlaki bir duruş kazandıracağı açık değildir” (Sztybel 1997: 175) Marx’ın ilkesine, özellikle ilk yarısına tekrar bakarsak, yaratıcı bir şekilde üretemeyen (hatta hiç üretemeyen) veya yalnızca kendi geçim araçlarını üretebilen bir insan veya hayvanın ancak yetenekleriyle uyum içinde (daha fazla değil) üretmesi gerektiğini kolayca görebiliriz. Ayrıca, insanların sahip olduğu ve hayvanların sahip olmadığı varsayılan herhangi bir güç, insanların artan ahlaki değere sahip olmasıyla sonuçlanmaz; daha ziyade, yine, ilkenin ilk kısmına göre, bir güç basitçe bir beceri olduğundan, bunun yerine o birey için ek sorumluluklar doğurur.

İlkenin ikinci yarısı temelinde, güvenli, korumalı, anlamlı yaşamlar sürmek için gerekli olan belirli yeteneklerden veya kaynaklara erişimden yoksun olanlar (belirli bireyler için bu ne anlama geliyorsa) daha büyük yeteneklere ve kaynaklara daha fazla erişime sahip olanlardan çok, ihtiyacı olanlarla çakışacaktır. Dolayısıyla, yine, düzgün bir komünizm vizyonunda oynadığı rolle ilgilenen Marx’ın ilkesinin tam anlamıyla kapsayıcı bir analizi temelinde, Marksist komünizm doğrulanamaz (tam olarak) ve hayvanlar bu ilkenin uygulandığı bireylere dahil edilemez.

Bu konum, Marx’ın sınıfsız bir toplum kavramıyla da desteklenir; çünkü “ekonomik veya sosyal sınıflar açısından işlemeyen bir ahlak, en azından teorik olarak, “ekonomik zincirin en alt seviyesi, işçi sınıfının altındaki, haklı olarak kendisine ait olan şey için, yani ihtiyacı olan şey için her zaman kendi adına savaşamayan alt sınıf” (Sztybel 1997: 182) olarak kavrandıkları ve hiyerarşilerde alt sıralarda” (Sztybel 1997: 181)  yer aldıkları için insan olmayan hayvanları da içerecek şekilde iyi bir donanıma sahiptir.

Kapitalizm içinde acı çektikleri gerçeği göz önüne alındığında, bu ilkeyi hayvanlara uygulamaktan başka bir şey, türcü bir ideolojiyi desteklemek olacaktır. Birçok Marksist bilim insanı, ben de dahil, Marx’ın bir türcü olduğunu iddia etse de, ne bu makalenin amacı Marx’ı türcülük suçlamasına karşı savunmaktı, ne de ben bu makalede bu ilkenin uygunluğunu savunmaya teşebbüs ettim. Bunun yerine, asıl amaç, uygun şekilde yorumlanmış, tutarlı bir Marksizm’in (veya isterseniz komünizmin), hayvanların kapitalizm içindeki yabancılaşmış kötü durumunu ve bunun neden olduğu sefalet ve ıstırabı kabul ederek hayvan kurtuluşunu gerektirdiğini savunmaktı; çünkü bu, Marx’ın ilkesini hayvanlara uygulamak için zemin sağlar ve bu da, bu makalenin önceki bölümlerinde açıklanan nedenlerle türcülüğün reddini gerektirir.

Son sözler:

İnsan dışı hayvan özgürlüğünü elde etmek için kapitalizmin ötesine geçme ihtiyacı

Bu makalenin önceki bölümlerinde şunları sunmuştum: (1) Marx’ın insan türü-varlığı ve insanlarla hayvanlar arasındaki ayrımı anlamasının bir açıklaması; (2) Marx’ın bunu kabul etmemesine rağmen hayvanların kapitalizm içinde nasıl yabancılaştığını ve neden bu konuyu ele almak için ahlaki bir yükümlülüğümüz olduğunu gösteren bir argüman; (3) Marksist komünizmin temel örgütlenme ilkesi olan “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” neden hayvanlara kapsamlı, tutarlı, türcü olmayan bir Marksizm’in bu uygulamayı gerektirdiğini vurgulayarak uygulanması gerektiğine dair bir argüman. Şimdi, bir avuç insanla paylaştığım, gerçek hayvan özgürlüğünün kapitalizmin sonunu gerektirdiği ve daha geleneksel hakların ve faydacı (liberal) hayvan özgürlüğü hareketlerinin hayvanlar için gerçek adaleti sağlamak için yetersiz olduğu iddiasına kısaca değinmek istiyorum. Gerçekten de, birbirimizle gerçek dayanışmanın ve insanlığımızın tam olarak gerçekleşmesinin, yalnızca birbirimizle değil, hayvanlarla da çıkarcı, sömürücü ilişkimizin yeniden yapılandırılması gerektirdiğine ve kapitalizm mevcutken bu ilişkileri yeniden yapılandırmanın gerçekleşemeyeceğine inanıyorum.

Bu noktada hem insan hem de hayvan varlığının düzenli ve yapısal olarak sömürüldüğü bir sistemde yaşadığımızı gösterebilmiş olmayı umuyorum. Böyle bir sistem içinde yaşamayı, aksi şekilde yaşamaktan daha da tehlikeli kılan şey, hemen hemen her fırsatta, entelektüel, politik ve ekonomik olarak daha güçlü olan tarafından zayıfların bu (yapısal) sömürülmesinin “doğanın bir gerçeği” veya başka türlüsünün kaçınılmaz olduğuna inanmaya teşvik edilmemizdir. Bununla birlikte şunu kesinlikle söyleyemeyiz: ekonomik, politik ve sosyal tahakküm ve baskı biçimleri gerçekten de tarihimizin ve mevcut gerçekliğimizin bir parçası olabilir; ancak (deyim yerindeyse) ağaçlarda yetişmediler ve geleceğimizi yönetmeleri gerekmez. Ama, modern politik ekonomimize musallat olan sağlıksız tahakküm ve baskı ikiliğini ortadan kaldırmada başarılı olacaksak, kapitalizmin sömürücü, yabancılaştırıcı güçlerinin bu baskıcı güçlerin temelini nasıl sağladığına dair bir anlayış geliştirmenin yanı sıra, bu baskıları yönlendiren ekonomik düzenin kalbiyle, yani kapitalizmle savaşmak zorunda kalacağız” (Torres 2007:11). Daha da önemlisi, bu mücadelenin merkezinde, insanların ve çalışan (veya kaynak) hayvanların yabancılaşmasının başlıca nedenlerinden biri olan üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırma mücadelesi yatmaktadır. Zira insan emek gücü, hayvan varlıkları ve emekleri de dahil olmak üzere üretim araçlarına sahip olan bireylerden oluşan bir burjuva sınıfı olmasaydı, en azından bu özel tahakküm ve baskı dinamiği mümkün olmazdı. Kapitalizm hayvanları bu şekilde kullanmak zorundadır, çünkü sermaye birikimine ve kâr maksimizasyonuna odaklanmıştır. Hayvanların sadece araç, mülk ve üretim aracı olarak kullanılması, özellikle sömürülmelerine karşı savaşmakta acizken, arzu edilen işgücünün önemli kaynaklarını sağladığından, bu hedeflere ulaşmanın birincil yollarından biridir.

Bence adalet adına hayvanlara bir şeyler borçluyuz ve bunun için bireylerin davranışlarını belirli şekillerde, örneğin, hem geleneksel hak temelli hem de faydacı hayvan özgürlükçülerinin tartıştığı et yemeyi veya hayvan derisi giymeyi reddederek değiştirmeleri gerekiyor. Bununla birlikte, bu bakış açıları tarafından motive edilen hayvan savunucularının hayvanlar için kazandıkları ve büyük övgüye değer zaferlere rağmen, bu yaklaşımlar bireysel kişilerin ve endüstrilerin hayvanlara karşı tutumlarını nasıl değiştirmeleri gerektiğine odaklandığından, gerçek bir hayvan özgürlüğü ile sonuçlanacaklarsa, politik ve ekonomik sistemimizdeki yapısal değişikliklerle tamamlanmaları gerekir. Basitçe söylemek gerekirse, davranıştaki bireysel ve hatta endüstri değişiklikleri, yararlı ve övgüye değer olsa da, zorunlu olarak baskı, tahakküm, sınıfçılık ve türcülük mantığı üzerinde işleyen kapitalizm mekanizması, toplumsal, politik ve ekonomik hayatımızı yapılandırdığı sürece asla yeterli olmayacaktır. Çünkü böyle bir sistem, herhangi bir bireyin veya endüstrinin, bundan ne kadar ciddi şekilde kaçınmak isteseler de, hayvanların sömürülmesinden ve kötüye kullanılmasından tamamen kaçınmasını imkansız kılmaktadır.

Dolayısıyla, bu dönüşüm muhtemelen çoğu insan için kişisel olarak zorlayıcı olacak olsa da, aynı derecede önemli olan şu ki, bu zorluğa göğüs geren bizlerin bile (en azından pasif olarak) reddettiğimiz, ancak kapitalizm artık dünyamızı yönetmeyene kadar değiştirmeye gücümüzün olmadığı uygulamalara ve yaşam tarzlarına katılmaktan ve onları desteklemekten kaçınamayacağımızı inkar edemeyiz.

Bu, kapitalizmin ve buna zorunlu olarak eşlik eden tüm türcü yapıların, geleneklerin ve ideolojilerin, yerinde kaldıkları sürece, zorla değiştirilmesi gerektiği tezini desteklemeye hizmet eder. Yetersiz sayıda birey motive olacak ve hatta kapitalizmin “türcülük işi”ne büyük ihtiyaç duyduğu ve bundan büyük ölçüde faydalandığı için, kapitalizmin her fırsatta pekiştirmeye çalıştığı türcü yöntemlerinin ötesine geçebilecektir. Burada, bu makaledeki argümanlarımın, bireysel duyarlı canlıların ahlaki statüsünü ciddiye alan kapitalist olmayan yaşam tarzları inşa etme ahlaki yükümlülüğümüze odaklanmasına rağmen, bunun geleneksel olmayan, liberal olmayan Marksist hayvan özgürlüğü yaklaşımıyla tutarsız olmadığını belirtmek önemlidir. Bu endişe, sosyal, politik ve ekonomik yapılarımızı değiştirmek için motive edici ilke olarak işlediği ve sadece hayvan haklarını korumak için bireysel çabalarını yetersiz kılan adaletsiz bir sistemde yaşamak zorunda olan bireylere yönelik ahlaki bir direktif olarak kalmadığı sürece kişinin birincil ahlaki kaygısı, duyarlı bireylerin gelişmesi olabilir ve olmalıdır. Bu şekilde, kendimi hayvan özgürlüğüne ilişkin çoğu Marksist açıklamadan, girişte de belirtildiği gibi, argümanlarını sosyalist-politik-çevresel kaygılara veya yeşil ekolojik kaygılara odaklayarak, açıkça ahlaki kaygıları kapsayan hem geleneksel hak temelli ve faydacı hayvan özgürlüğü açıklamalarından başarılı bir şekilde uzaklaştırıyorum.

Bu bölümdeki amacım, gerçek bir hayvan özgürlüğüne ulaşmak için kapitalizmi ortadan kaldırmanın gerekliliğine ilişkin bazı kısa açıklamalar sunmaktan ibaret olduğundan, şunu sormak zorunda hissediyorum: Marx komünizmi, özellikle en azımızla ilgili olarak tahakküm, sömürü ve metalaştırma mantığının yerini radikal bir eşitlikçiliğin aldığı, gerçekten demokratik olarak işleyen bireylerin özgür bir toplumu olarak nitelendirmedi mi? Aslında, komünist devrim “toplumsal olduğu kadar etik bir devrim de… hayvanlarla olan ilişkilerimizde şefkat duygumuzun gerçekleştirilmesi bu devrimin gerekli bir parçasıdır” (Wilde.2000: 52). Ama yine, önceki sayfalarda özetlenen nedenlerden dolayı, bu, kapitalizmi adaletli bir sistemle değiştirmeden imkansız olan bir gerçekleşmedir.

[Bu yazı Corinne Painter – Non-human animals within contemporary capitalism: A Marxist account of non-human animal liberation metnindeki İngilizce orijinalinden çeviri grubumuz tarafından Hayvan Özgürlüğü Kolektifi için çevrilmiştir]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir